Soğuk

YAYINLAMA: 01 Ocak 1970 / 04.00 | GÜNCELLEME: 01 Ocak 1970 / 04.00

Soğuk sizce hangi derecede başlar ve hangi dereceye kadar olan ısıya siz soğuk dersiniz bilmiyorum. Geçtiğimiz hafta Rusya’ya bir seyahatim oldu. St.Petersburg şehrine, oradan da hem Napolyon’un ordularının, hem de Hitler’in ordularının aralık ayında Moskova’yı fethetmek için geçtikleri yolları izlemek düşüncesiyle trenle Moskova’ya bir seyahat planladım. Bizler çocukluğumuzda Kayseri’de yatılı okulda okuduğumuz tarihlerde kışın soğuk yatakhanelerde uyuyan ve soğuk ortama alışan çocuklar olarak bir çoğumuz soğuktan etkilenmediğimizi düşünmekteyim.

Ben, alışkanlık olsa gerek hala atlet giyer, paçasız iç giyselerimle soğuk havada üşümediğimi söyliyebilirim. Tabii soğuk dediğimiz zaman hangi derceceye kadar soğuk diyebiliriz bilmemekle birlikte, Baltık denizine açılan 100’ün üzerinde kanalları bulunan, iki yüz elliden fazla köprüsü ile onlarca adanın üzerinde yerleşik Çarlık döneminin Petersburg şehrine indiğimiz anda, üzerimde sadece bir fermuarlı kazağım vardı.

Bütün giysilerimi elimde taşımamak için bavula koyduğumdan elimi kolumu sallayarak pasaport geçişine geldiğimi gören bir Türk delikanlı yüzüme üzüntülü olduğu kadar korku dolu bakışlarla bakarak, “Amca sen bu şehire böyle mi geldin?” diyerek korkudan donmuş bakışlarını saklamadan bana acıyarak bakmasını hala unutamam. “Yok delikanlı, eşyalarım bavulda, sen korkma, biz üşümeyiz” diye konuşmam onu pek tatmin etmemiş olsa gerek, “Amca sen buranın ne kadar soğuk olduğunu bilmiyorsun herhalde” diyerek düşüncelerini özetlemiş oldu.

Genç adam belki haklıydı amma biz de Talas diye anılan yerde çocukluğumuz geçmişti. Hava alanında bavulumu açıp giysilerimi çıkardım. Üzerime giyerken yan gözle de beni ikaz eden genç adama bakmayı ihmal etmedim. Delikanlı hala mutlu değildi. Endişeli olarak yanıma geldi, “Amca sen burayı bilmezsin, adamı dondurur burdaki soğuk” diyerek terminalin dışına gitti. Bende giyinip dışarıya çıktığımda bir taksi için elimi sallayarak bekledim.

Geçen birkaç dakikalık zaman, genç adamın ne kadar haklı olduğunu kanıtlamaya yetmişti. Bir kaç dakikada başımın ve ellerimin soğuktan etkilendiğini anlamamın bana faydası olmamıştı. Ellerim üşümüş, başımdaki düşüncelerin bile etkilendiğini söyliyebilirim. Zaten bu soğukta çeşitli düşünceye dalamıyorsunuz, tek düşünce, bir an önce taksiye girip, otele odaklanmaktan başka bir alternatif aklınıza gelmiyor. Delikanlının endişesi ve korkması haklıydı. Dışarıda soğuk -25 derece idi. Bu soğukta gerekli olmadığı müddetce kimse kapalı mekandan dışarı çıkmamakta. Bu şehirde -5 ile -25 derece pek fark etmemekte. Kuzey rüzgarına açık olan bir şehirin bütün kanalları donmuş, hatta Baltık denizine açık olan yerde deniz bile buz tutmuştu.

Nehir kenarına demirli, St.Petersburg’da bulunan iki minareli camiye çok yakın bir yerde, birinci dünya savaşından kalan buharlı bir savaş gemisi, donmuş nehrin üzerinde müze görevi yapmakta, fakat görünüşü soğuk olan bu yorgun demir kaleye kimse girip gezmemekteydi. Çok ilginç bir tarihi hikayesi bulunan bu gemi, Rusya’nın Japonya’ya harp ilan etmesinin peşinden Baltık denizinden Rus donanması yola çıkar. Donanma 8 ay yol kateder ve Japon denizine vardığında iki saat içinde Rus donanması mağlup olur. Bu gemi ise kaçmayı başararak Rusya’ya geri döner.

Bu şehirde sabahın ne zaman olduğunu tespit edemedim, ama insanlar karanlıkta işlerine gitmekte ve evlerine karanlıkta geri dönmekte olduklarını seyretmekten pek mutlu olmadığımı söylemek isterim. Bu ülkede sadece kadınlar değil, erkekler de başlarının her tarafını örtmekteler. Örtünmek bu ülke için bir telkin, mahalle baskısı veya dayatma değil, bir gereksinme olarak tatbik edilmekte olduğunu izledim. Mutlaka bu yöreye bir tarihte F tipi veya Başefendi uğramış olduğunu düşündüm. Şehirde dolaşırken bilhassa rönesans döneminde saraylara ve bu yöreye harcanan para ve emeğin bugün nasıl değerlendirildiğini seyrederken çelişkili duygular içinde kaldım. Bolşevik ihtilalinin nedenleri üzerinde bizi gezdiren rehberle uzun uzun sohbet ettik.

Çar Peter ve ondan sonra gelen bütün hanedanın yaptırdıkları sarayları gezerken hayranlığımı gizlemeden ağzım açık kaldığını itiraf edebilirim. Köle olan halkın elinden bütün gelirin alınıp bu saraylara harcanması, tarihin içinde belki kendisini haklı çıkaracak birçok neden olabilmesi makul görülse de, bu saraylara harcanan servetin yanında o tarihte ellerinde bulunan bütün varlıklarını saraya terk eden zavallı köle köylülerin neler çektiklerini düşünmek bile insanın hayal gücünü zorlar.

Yapılan sanat eserlerini seyrederken bazı dönemlerde köylülerin isyanında, ülkeyi yönetenlerin suikastlara kurban gitmelerini anlatan rehber Tanya’ya, köylülerin böyle soğuklarda ve bununla birlikte gelen hastalıklarda ne yaptıkları konusundaki sorumun cevabını alamadım. Çünkü benim okuduğum kitaplar içinde esaret döneminde yaşıyan Rus köylü halkı, salgın hastalıklarla toplu ölümlerin önüne geçemediklerini tarih kitapları anlatır.

Sarayda sergilenen resimler içinde bir resim benim çok ilgimi çekti. İncil’deki bir pasajdan esinlenerek Abraham oğlu Izac’ı tanrıya kurban edişi sırasından gökten gelen melekle bakışmasını resmeden ünlü ressamın bu eserini, bizler nasıl da çarpıtmışız diye düşündüm. Pierre-Auguste Renoir ve Francisco Goya’nın muhteşem eserlerini görmek beni ziyadesi ile mutlu etti.

Rusya’nın bu kuzey noktasından daha kuzeyde yerleşim olduğunu bilmekteyim. Hani düşüncem odur ki, Rusya’da insanların düşüncelerinin bile donduğu yerde başını bağlasan veya bağlamasan neyi değiştirirsin, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.



Soğuk