Bir Yarış Sonrası
Her öykünün bir başlangıcı vardırya, işte benim bu haftaki öykümünde bir başlangıcı, seneler önceye dayanır. Lise çağlarımda Heybeliada’ya yazları gittiğimizde plaja iner, serbest stil yüzen gençleri seyrederken, gıpta ederdim. Ben ise suyun üzerinde durmayı bilebilecek kadar yüzmeye vakıftım. İlk sene plajda bir hafta veya on gün güzel yüzen insanları seyrettim. Ben de yapabilir miyim diye kendimi sınamaya karar verip, bir sabah erkenden plaja gittim. Seyrettiğim şekilde yüzmeye çalıştım. Her kulaçta nefes alıp suyun içine bırakmayı denedim.
Netice istediğim gibi idi. Heybeliada’daki plaj, U formunda iskelelerden oluşan bir havuz şeklinde idi. Bir ucunda ise tramplen yeri vardı. Hatta bu köşeden Rahmetli İsmet İnönü dillere destan çivilemesini yapardı. Bizlerde denizde, onun etrafını kuşatıp, yardım amaçlı hazır dururduk. İşte o havuz şeklindeki yerde birkaç kez gidip geldim. Tamam, dedim, bu yoğurt maya tuttu. Kısa bir zamanda bir sahil çocuğu görüntüsünde yüzmeye başlamıştım. Daha sonraları Kaşıkadası ile Heybeliada arasında yüzme denemem oldu, bunu Burgazada ile Heybeliada arasında yaptığım denemeler takip etti. Her iki ada arasında iyi bir akıntı vardı ve bu akıntı insanı çok yorardı. En son olarak Büyükada ile Haybeliada arasında dört arkadaş yüzmüştük. Bu iki ada arasındaki akıntının da hatırı sayılır olduğunu unutamam.
Senelerdir Istanbul Boğazı’nı yüzerek geçmeyi düşlemiştim. Hiçbir sene kısmet olmamış, müracaatta geç kalmıştım. Geçtiğimiz sene Ankara Üniversitesi Spor Kulübü’nün Masters yüzme takımında yüzmemi isteyen gençleri kırmadım. Kulübün sporcusu olmak için gerekli işlemleri tamamladım ve zaten havuzda günlük idman yaparken, Masters Yüzme yarışlarına da katılmak cazip gelmişti. Geçtiğimiz sene girdiğim yarışlarda başarı sağlayınca, Boğaziçi Maratonu’na müracaat ettim. Geç kaldığım için, gelen seneye dediler.
Bu senenin başında Milli Olimpiyat Komitesi müracaat sayfasını açınca, formu doldurup gerekli dokümanları da yolladım. Sağlık raporu almak, hele bizim yaşta biraz zor oldu. Katılımcıları üzmeden, gelen yoğun talebi de karşılayarak bu işin üstesinden gelen komiteden, bone numaramı alınca dünyalar benim oldu. Yarım asırlık hayalim gerçekleşecekti.
Üşümemek adına yurt dışından yüzme giysisi getirten kızım, çeşitli gözlükler temin eden oğlum, velhasıl bütün imkanlar bu yarışa katılmam için mevcuttu. Yarışın bir gün evvelinde, Kuruçeşme’deki kayıt yerinde uzun kuyrukta beklemenin insanı yüzmekten daha yorduğunu söyleyebilirim.
Pazar günü yarışmadan birkaç saat evvel gelip gerekli işlemleri yerine getirdik. Elimizde katılım numarasını yazan bir bone, ayağımızda bir bez terlik, ayak bileğimizde bizi tanımlayan bir elektronik bileklik, üstümüzde mayodan başka bir şey kalmadı, ellerimizde ise tanıtım kartları vardı. Bizi yarışın başlangıç yerine götürecek vapura binmek için sırada beklemeye başladık. Hani Celepler kesilecek koyunların başına gider, koyunlar da itiraz etmeden Celep’i takip eder ya, işte durum böyle bir şekil arz ediyordu. Güle oynaya vapura binmeye başlamıştık.
Vapurda sporcular kesif bir şekilde vücutlarına vazelin ve kapsolin gibi koruyucu kremler sürmeye devam ederken, vapur düdüklerini çalarak hareket etti. 1749 sporcu kurbanlık koyun gibi, Kuruçeşme’den yola çıktık.
Bir süre sonra Kanlıca vapur iskelesine yanaşıp iskeleye bağlandık. Bir romorkör küçük kare dubalardan teşkil edilmiş bir platformu vapurun boğaza bakan boş tarafına bağladı. Milli Olimpiyat Komitesi’nin bulunduğu Özel Motor yaklaştı. Havada dört pervaneli kamera helikopteri, sahil güvenlik helikopteri, sahil güvenlik tekne ve botları, tam techizatlı sualtı timleri, Sahil Sağlık Ambulans teknesi ve daha sayamayacağım bir çok güvenlik tekneleri start verilecek yerin etrafında turlamaya başladılar. Sporcular ve bilhassa genç yarışmacılar platforma çıktıklarında Olimpiyat teknesinden bir tabanca patlaması ile yarış başlamış oldu.
Hani makarna pişirirsiniz, bir de soğuk suya atayım diye kevgirin üstüne dökersiniz ya, işte vapurdan çıkan herkes kendini Boğazın serin sularına böyle bırakmaya başlamıştı. Ben de kenara geldim ellerimle gözlüğümü tutarak atladım. Hedefim Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün Avrupa ayağını nişanlayıp, ortaya gelince Marmara’ya doğru yüzmekti. Akıntının beni iteklemesini böyle sağlayabilirdim. İlk bir kaç yüz metreyi kısa bir zaman içinde aldım. Köprünün tam altına gelince her nefes alışımda baktığım köprüden korkmadım desem yalan olurdu.
Buraya kadar iyi gidiyordu. İkinci hedefim Rumeli Hisarı’na doğru yüzmekti. Bunu yaparken idmanlı olmanın keyfi bambaşka idi. Hisari geçip Kandilli burnunu hedeflemek istedim. Kandilli burnundaki akıntı beni daha hızlı götürür diye düşünmüştüm. Nitekim bunda başarılı oldum. Fakat bu burundan sonraki girdapı hesaba katmamıştım. Yüzüyordum , ama daha ileri gidemiyordum. Derken ne oldu bilmiyorum girdaptan kurtulmuştum ve Arnavutköy’e doğru yol almaya başlamıştım amma, hala Anadolu yakası tarafındaydım.
Birden varış yerindeki beyaz çadırlar gözüme ilişti. Akıntı beni Marmara’ya götürmekteydi. Buradan kurtulmam gerekliydi. Bu nedenle geçmiş olduğum Arnavutköy’e geri yüzmeye başladım. Bu arada etrafımda bir kaç yarışmacı daha belirdi. ‘’Tamam’’ dedim kendime, ‘’doğru yöndeyim.’’ Çıkış platformunu gözümle belirlediğimde, yarışta son elli metre mesafe kalmıştı. Arnavutköy istikametini bıraktım, çünkü iki ayrı akıntının birbirine karıştığı yerdeydim.
Son bir gayretle çıkış platformuna doğru yüzerek ulaştım. Yukarı çıkmak için bekleyenlere yol vermek hususunda kibarlığımdan zaman kaybettiğimi anladım ve hemen saldırıp platforma çıktım. Bileğimdeki elektronik aygıt benim derecemi okudu ve bu yarış artık sona ermişti. Bir rüya gerçekleşmiş, ben de Istanbul Boğazı’nı bir yakadan ötekisine boydan boya 1 saat 14 dakikada geçmiştim. Bitiş yerinde hissettiklerimi tarif etmeye kelimeler yetersiz kalacağını düşünmekteyim. Bu nedenle bir kaç kelime ile söyle derseniz, katılın bu yarışa, siz hangi duygular içinde olursanız kelimelere dökün, onu da biz okuyalım diye sözüm geldi söyledim hepinize.