ADA DURUŞU
Kim ne derse desin benim memleketimin bir ağırlığı vardır. Doğru işleyen işlerin sarpa sarmasını, Arap Baharı gibi nasıl becerebiliyorsak, bozduğumuz işleri tekrar rayına oturtmak için sarf edilen çaba sonucunda, mutlaka puan alırız. Kimseye ödün vermeden konuları kendimize göre yorumlar, içinden pay çıkarırız. İZVİNİTE deriz, amma özür diledim demeyiz.
Ülke idaresi konusunda hayran kaldığım ülkelerden birisi de İngiltere’dir. Bir tarihte, bir kadın ülke idaresinin başına geçerek, Downing Street 10 numaraya taşınmış, İngiltere’nin ekonomi ve uluslararası siyasette marka olduğunu, tarihin sayfalarına yazdırmıştı.
Bu mütevazı 10 numaralı ev, Thames nehrinin yanı başında, dev dönme dolabın tam karşısındadır.
Eşimle Londra’ya beraber ilk gittiğimiz tarihte kendisini Başbakanlık konutu olan bu evin bulunduğu yere götürdüm. Downing Street, binlerce polisin koruduğu bir mekan değildir. Hatta sokağın diğer tarafında küçük bir göleti olan bir park da mevcuttur. Bu parka, buradan geçip de gidebilirsiniz, kimse sizi engellemez. Başbakanın korunması için bir nedeni olduğunu da düşünmemekteyim.
Sadece bu ülkeye has bazı yaşam tarzları vardır ki, bunlara da hayran kalırım. Yazları, ülke kuzey yarım kürede olduğu için akşamları çok geç oluşur. Bu nedenle akşam yemeği oldukca geç yenir. Şehir dışındaki kasaba ve köylerde PUB adı ile hizmet veren içkili yerler saat 22.00’de içki satışlarını durdururlar. Hani ‘’şu ilacımı içeceğim yarım şişe bira ver’’ deseniz, ‘’yarın gel’’ derler.
Ada halkı başka bir ırktır. Hoş sömürgelerden gelen esmer ırkla karışmış olsa da, yaşam tarzlarını hiç mi hiç değiştirmemişlerdir. Londra’da önemli lokantalara rezervasyon yaptırmadan giderseniz, o akşam aç kalmaya mahkum olursunuz. Hani Moskova’ya benzemeyen bir durum. Garsona rüşvet bile teklif etseniz, fayda vermez. Bir de vermiş olduğunuz yemek siparişinde kayıtlı sosun dışında başka bir sos isterseniz, eğer yazılı değilse temin etmeleri mümkün olmaz.
İngiltere’ye ilk gittiğim senelerde Beaconsfield kasabasında istasyon caddesi üzerinde, National Film stüdyolarının karşısında OX-FİRE isimli bir otelde kalmıştım. Otelde sabah kahvaltısı için beyaz peynir istedim. Han yönetiminde büyük bir konu olmuştu. Sabah kahvaltısında beyaz peynir isteyen bir küçük asyalı. Neredeyse konu şehir meclisine gidip, oradan bakanlar kurulunda görüşülmesi yolunda tartışılacaktı. ‘’Peynir ve çeşitleri akşam yemeklerinden sonra tatlı yerine tabaklarda sunulan bir yiyeceğin, sabahları nasıl olurda müşteriye verilir’’ konusunda otel idaresi çözüm bulmak için çok çaba sarfetti.
Hatta bir teklifte bulunmuştum otel idaresine, “Peyniri ben alayım sofraya siz getirin” dedim, amma dediğime pişman oldum. Nerdeyse hakaret etmiş gibi sayılıp, üçüncü dünya savaşına neden olacaktım. Sonunda otel idaresi sadece bana peynir verilmesi için özel bir karar aldı ve ben de sabahları peynire kavuşmuş olarak, bu uzayan muhabetten kurtulmuş oldum.
Ülkede sadece Başbakan değil, bu memlekette yaşayan herkesin bir duruşu vardır ve taviz vermezler. Başbakan, Avrupa Birliği için ülke çapında referandum yapılmasına çaba sarf edip, halkı olumlu oy kullanmaya ikna edeceğine inandı ve Avrupa Birliğini de inandırdı. Oylama sonucunda halk Başbakana hayır deyince, adam İngiliz kibarı, gereğini yaparak görevini bıraktı. Bizde olsa, hemen siyasiler atılır ortaya , konuyu başka mecraya çekerek, nasıl bir zafer kazandıklarını söyler ve yollarına devam ederlerdi.
İşte bu nedenle ben bu ülke insanlarının duruşlarına hayranımdır. Avrupalı olmak işte bu olsa gerek. Yoksa Avrupa yakasında toprağı olmak değil diye bir sözüm geldi söyledim, hem nalına hem mıhına.