Suçlu kim?
Cumhuriyetimizle birlikte bizim Anayasamız yazılmış. 1921’de yazılan bu ana yasada Yüce Divan konusunda bir madde bulunmaz. 1961 Anayasası’nda Yüce Divan görevini Anayasa Mahkemesi üstlenir. Hatta 1961 yılındaki devrik iktidarı, o tarihte Yassıada’da, Salim Başol yargılamış, Altay Ömer Egesel de savcılık görevini üstlenmişti. Salim Başol bizim oturduğumuz KENT apartmanında, Yassıada davası bittikten sonra vefat edinceye kadar, bu binada ikamet etmişti. Yassıada yargılaması dışında Yüce Divan’da yargılanan ilk siyasi 1964 yılında Ticaret Bakanı Mehmet Baydur oldu. Arpa Davası olarak bilinen 52 bin 500 ton arpanın bir İngiliz firmasına satılmasında dahli olduğu iddiası ile yargılanmıştı. Ancak bu davadan beraat etmiş olduğunu biliriz.
Daha sonra 1981 yılında Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar’ın rüşvet ve görevi kötüye kullanma suçlarından yargılanmış, 5 yıl hapis ve 4 yıl 8 ay ağır hapis cezası almış olduğunu bilmekteyiz.
Görevi kötüye kullanma suçundan Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı yargılanmış, 36 sene ağır hapis cezasına çarptırılmıştı.
Başka bir olay, Bayındırlık Bakanı Şerafettin Elçi de Yüce Divan’da yargılanmış, 2 yıl hapis cezası verilmişti. Yine aynı bakanlığı yöneten Selahattin Kılıç da Yüce Divan’da yargılanmış, ancak karar beraat olarak verilmişti.
Devlet Bakanı İsmail Özdağlar ise, rüşvet konusunda Yüce Divan’da yargılanmış, 2 yıl hapis cezasına karar verilmişti.
Daha sonra Sefa Giray, Atalay Coşkunoğlu, Cengiz Altınkaya, Mesut Yılmaz, Güneş Taner, Yaşar Topçu, Cumhur Ersümer ve Zeki Çakan da Yüce Divan’da yargılanmışlardır. Cumhur Ersümer hariç diğerlerinin beraat ettiklerini biliyoruz. Cumhur Ersümer hakkındaki davanın ise kesin hükme bağlanması ertelenmiş olduğunu bilmekteyiz.
Yaşadığımız bunca olaylardan sonra oturup hep düşünürüm. Kapının kilidi bozukmuş ya, gelin hal edilmiş, kapı yapılmış, misal, orman yandı, yanacak başka ağaç kalmayınca ‘Yangını kontrol altına aldık’ diyen, zeka yoksunu insanlar var. Daha yangın belasından başımızı kaldırmadan bir başka bela geleceğinin sinyali, haftalarca önce verilmişti. Doğu Karadeniz’den sonra Batı Karadeniz de sele yenik düştü. Ancak sadece yenik düşmek diye adlandıramayız, çünkü ortada su ile verilmiş bir savaş olmadı. Hani yangınla ciddi bir savaş verildi. Yüzlerce sorti helikopterler, denizden aldıkları suyu alevlerin üstüne döktüler.
Beş gün helikopterlerin verdikleri bu savaşı gözlerimle izledim. Marmaris, İçmeler ve Turunç’taki mücadeleye tanık oldum. Rüzgarın yön değiştirmesi ile yanan ağaçlar tekrar yanmadığı için, yangın yeri yoğun bir duman tabakası ile kaplandı. Yetkili ağızların, yangını kontrol altına aldık diye verdiği beyanata isyan ettim. Geride kalan birçok soru ve sorumluluk duymayan yetkili ağızların etrafta gezinmesini ve halkın kafasına çay atmasını nefretle yaşadık. Atatürk’ün kurduğu bir kurumun başına atanan kayyum, saray talimatı ile kurum uhdesinde bulunan sayısız gayrimenkulleri nakde çevirip, iktidarın maliyesinde farelerin kol gezdiği hazineye, ilaç olacak bir gelir bulma hedefini seçmiş olduğunu düşünmekteyim.
Bu arada Batı Karadeniz’de meydana gelen sel felaketinin mutlaka sorumlularının hesap vermesi kaçınılmazdır. İmar planlarının belediyelerin yetkisine verilmesi sonucunda 400 metre genişliğindeki dere yatağının, 15 metre genişliğe çekilip, tarihsel debileri hesap etmeden, iki duvarın arasına sıkıştırılırsa nehir, istediği yerden akar. Buna helikopterle savaş veremesiniz. Su azalmadan sele müdahale edemezsiniz. Yangın gibi değildir. Önüne ne katarsa alır götürür. 70 vatandaşımızı kaybettik, bir o kadar da kayıp yurdum insanı bulunmakta. Dere yatağından kazandığı arazileri imara açan akıllı Belediye, binaların yapılmasına da ön ayak olmuş. İktidar yanlı belediyelerdeki olağan düzen, Bozkurt ilçesinde de yürürlükte olmuş. Dere yatağına hastane bile yapmışlar. Sel, hastaneyi metrelerce balçık çamura gömmüş. Bu nedenle hastaları cami içine taşıyıp, orayı sahra hastanesine dönüştürmüşler. Derken Bozkurt kaymakamı Okan Yenidünya gelmiş camiye, ‘Camiyi boşaltın, Cumhurbaşkanı geliyor, burada namaz kılacak’ diyerek, hastaları camiden dışarı çıkartmış. Ne de olsa hastalardan çok önemli kılınacak namaz. Gecikmeye tahammülü yoktur bu namazın. Hastalar çıkartılmış, yerler yıkanmış, dezenfekte edilmiş. Daha sonra camideki halılar temizlenmiş, kurutup beklemeye başlamışlar. Paket çay meraklısı gelip, Cuma namazını kılmış, çeşitli tenkitlere uğrayan çay fırlatma eyleminden, bu ziyarette vazgeçilmiş.
Etrafta bir tevatür dolaşmakta. Hidroelektrik santral kapaklarının açılması ile selin meydana geldiği söylenmekte. Doğru mudur, değil midir bilmemekle birlikte bu kadar yüksek debili bir selin oluşmasının, mutlaka bir hatadan meydana geldiğini düşünmekteyim. Hidroelektrik santralinin yukardan çekilmiş resmini sizde gördünüz mü? Santral ortada yok, kapaklar yok, dere tabii mecrasına dönmüş akıyor. Selde etkin olan, dere yatağında kazanılan arazinin birine tomruklar istif edilmiş. Ancak su, bu tomrukları koç boynuzu misali, önüne ne kattıysa sürüklemiş götürmüş. Tomrukların önüne çıkan köprüleri de alıp yıkmış. Bütün bu olaylarda kaybettiğimiz yurdum insanlarımız var. Burada bir veya birçok kişi suçlu, ben zihniyetin de suçlu olduğuna inanmaktayım. Bu suçların faillerinin mutlaka Yüce Divan’da yargılanmaları gerek. Yoksa Tuncay Mataracı, Şerafettin Elçi’nin ne günahı vardı? Yüce Divan için görevi kötüye kullanmak ve insanların ölmesine neden olmak yeterli bir neden, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.