RİSK
Senelerdir yabancı firmalarla çalıştım. Bu çalıştığım firmalarla birçok konuda ihalelere dahil olduk. Birçok projelerde muhatap olduğumuz kurumla sözleşme imzalama safhasına gelindiğinde hep birkaç günlük müsade alınırdı. Firmamız sözleşmeyi merkezlerindeki bir birime gönderirler, onların onayını alırlardı. Bana bu çok yabancı gelirdi. Hani koskoca şirketin iki yönetim kurulu üyesi sözleşme maddeleri üzerinde kurumla tartışıp fikir birliğine geldikten sonra, imzalamadan evvel, neden şirket merkezine onay için gönderirler diye düşünürdüm. Hani hukuksal bir konu olsa, zaten hukuk danışmanları toplantı içinde yer almakta, o, anında itiraz edebilir derdim.
Bu konuda fazla bir araştırmaya yapmaya gerek olmadığını düşündüm. Sonradan konu hakkında biraz araştırdım. Çalıştığımız firmanın bir idari kısmı, bir hukuki kısmı, bir de şirketin risk analizlerinin yapıldığı kısmının olduğunu öğrendim. Bütün projelerin en son dönemeçte risk idare merkezine geldiğini öğrendim. Risk idare merkezi, projenin yüksek risk taşıdığına hükmederse, projeye onay vermediğine vakıf oldum. Şirketi esas yönetenin, şirket yönetim kurulu değil, risk yönetimi olduğu açıkça görülmekteydi. Her konuda olduğu gibi her projede olumsuz mutlaka bir risk bulunur. Ancak bu riskin en düşük seviyede tutulması esas alınmaktaydı.
Biz de böyle alıştık. Hani bir risk faktörü belirleyip, o çarpanla proje toplamını oranlayıp bir yüzdenin üzerine çıktığında, projeye imza atmaktan hep kaçardık. Hani ‘biz bunu yapmayız’ demeden ziyade, zorlanacak koşul ortaya koyar, kurum işi vermekten imtina ederdi. Biz buna çok sevinirdik. Proje üretmekten ziyade yapılabilir bir projede üzerinde çalışmak insanı daha rahatlattığına inanırım.
Uzun seneler Ankara’da yaşayan insanlar çok iyi bilir, 1970’li senelerde Ankara’da, binaların çoğunluğunda, linyit kömürü ile binalara merkezi ısıtma sağlanırdı. Ankara’ya her havzadan linyit kömürü gelir, Yenimahalle yolundaki kömür satış merkezinden, kamyonlarla, binaların ihtiyaçları karşılanırdı. Linyit kömürü, eğer kükürt değeri çoksa, yandığında binanın bacasından havaya sarı bir duman çıkardı. Hele Beypazarı’ndan geliyorsa kömür, düşük kalorili, bol küllü bir yakıtla binalar ısıtılmaya çalışılırdı. Pencereleri bol binaların ısınma problemi her zaman mevcuttu. Daha sonraları Güney Afrika’dan kömür ithal etmeye başlandı. Bu kömür nispeten daha az kükürtlü, daha çok kalorili ve de daha az küllü idi.
Bütün bu dönemlerde, Ankara’da havanın rüzgarsız olduğu günlerde, sokakta yürümek, nefes almak bile çok zor olurdu. Akşamları araçların Ankara’da sis farlarını yaktığına şahit olurduk. O günlerde nefes almak için, bugünlere benzer maske bile taktığımızı hatırlarım.
Daha sonraları önce Iran ile 8 Ağustos 1996’da BOTAŞ doğal gaz alım anlaşması imzaladı. İran’a doğal gaz boru hattı döşenirken, Mavi Akım Projesi adı altında Rusya’nın Gazprom firması ile, Moskova’da, o tarihteki Başbakan Yardımcısı Cumhur Ersümer’in hazır bulunduğu 15 Aralık 1997 tarihinde BOTAŞ’la doğal gaz alımı antlaşması imzalanmıştı. İmza töreninde, her nedense yine bir RİZE’li, Mesut Yılmaz da hazır bulunmaktaydı.
Mesut Yılmaz’ın orada ne sıfatla bulunduğunu kimse çözemedi. ‘Hiçbir resmi sıfatı bulunmayan bir kişi, iki ülke arasında imzalanan böyle bir sözleşmeye nasıl tanık olur?’ diye aylarca gazetelerin sayfaları bu sorularla süslenmişti. Bir ufak detay, bu sorunun cevabında yatmaktaydı. Mesut Yılmaz bu seyahate ENKA adlı inşaat firmasının uçağı ile gitmişti. Böylelikle cevabı bilinmeyen sorulara bir başka soru daha eklenmişti.
Ülkemizde bütün büyük şehirlerde binalara kadar bu doğal gazı dağıtmak için, köstebek gibi şehirlerin yolları kazıldı, binaların kalorifer sistemleri fueloil ve kömürden doğal gaza dönüştürülmesi işi, bir serüven halini aldı. Hatta gazın tüketilmesi için İstanbul’da adalara kadar denizin altından borular döşenmişti. Bu kadar büyük bir uğraşının TEK nedeni vardı. İmzalanan sözleşmede bir iki madde çok sıkıntılı idi. Birincisi ‘Take Or Pay ‘ maddesi. Diğeri ise gizlilik maddesini içermekteydi. Ülke olarak yapılan bu sözleşme, Büyük Millet Meclisi’nde tartışılıp, onaylanmamıştı.
Yıllar boyu biz bu maddelere bağlı olarak kullanmadığımız doğal gazın ücretini de ödemek mecburiyetinde kalmıştık. Doğal gazla donatılan Türkiye, artık İran ve Rusya ile iyi geçinmek mecburiyetinde kalmıştı.
Rusya öksürse Türkiye zatürree olacak duruma düşmüştü. 8 Ocak 2009 senesinde Ukrayna ile Rusya arasında meydana gelen siyasal krizde Rusya vanayı kapatmaya kalkınca Türkiye’de felaket çanları çoktan çalmaya başlamıştı. Böyle bir kriz için ülkemin B planı yoktu.
Bu kadar deneyimler geçiren ülkemizde, zor durumlar için devletimizin risk yönetimi konusunda önlemi var mıdır konusu hep aklıma gelir. Bir ufak şirket, bir sözleşme için nasıl bir RİSK yönetimine ihtiyaç duyuyorsa, ülkemizi yönetenlerin de bir risk analiz birimi ve kriz yönetim birimi olması gerektiğine inanmaktayım. Risk ve kriz yönetimi zayıf olan ülkelerin düşecekleri iki maskeyi dağıtmaktan aczi veya iki aşı dağıtmada çaresizliği, hatta kesilen doğal gaz boşluğunda A veya B hatta C planlarının olmaması, bize günlük yaşamımızın ne kadar riskli olduğunu göstermekte.
Bu kadar ciddi konular varken gündemde, hepsini bir kenara bırakıp, bir gazetecinin ata sözünden esinlenerek kelam ettiği söz için tutuklanmasını, Vezirinin Sultan Abdülhamit’e söylediği ‘Havada bulut var, yağmur yağacak Sultanım‘ cümlesi ile, Sultana ördek denildiğine hükmedilmesine nasıl benzemekte olduğunu düşünmekteyim. Hani şimdi Ziya Paşa’nın meşhur cümlesini söylesem ne olur ‘Bed asla necabet mi verir hiç üniforma, zerduz palan ursan eşek yine eşektir’, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.