Sahte Pehlivan
Kudüs ve Beyrut şehirleri dünya tarihi içinde kervan yollarında önemli duraklardan biri olduğunu, benim gibi sizde biliyorsunuzdur. Bilhassa kervan yollarında taşınan mallar arasında zengin varlıklı ailelere satılmak üzere değişik mallar sunulur ve malların satışında pazarlık edilmesi önemli yer işgal ederdi. Malların içinde neler yoktu ki: baharat, ipekli kumaşlar, ince kumaşlar, kaseler ve yükte hafif pahada ağır olan mallar önemli yer teşkil ederdi. Bazen de bu kervan pazarlarında güçlü erkek esirler ile evlerde hizmet tesis eden kadınlar da bulunurdu. Esirlerin satış ücretleri pazarlığa tabi olurdu. Esirlerin güçlü ve sağlıklı olmaları satış ücretini doğrudan etkilerdi.
Esirlerin sağlıklı olduklarını belirleyen ayakları ve dişleri ile güçlü olduklarını gösteren vücut yapılarını satıcılar ortaya koyardı. Satışta sıkı bir pazarlık edilirdi. Kimi esirler efendileri için fedai olarak satın alınır, canları pahasına sahiplerine hizmette kusur etmezlerdi. Kadın esirler sahipleri için telef edilecek bir eşyadan farksızdı. Esirler efendileri tarafından azad edilmeden hürriyetlerine asla kavuşamazlardı. Söz hakkı olmayan esirlerin telef olmalarından kimse sorumlu tutulmazdı.
Türkiye, son 100 senedir Amerika Birleşik Devletleri’nin Büyük Ortadoğu Planlarını gerçekleştirmeye çalışan Amerika’nın satranç tahtasında bir piyondan öte olmadığını düşünmekteyim. Amerika’nın yaptığı planların ana hatlarında Fransa ve İngiltere’nin çıkarları olduğunu da unutmamak gerekir. Hatırlayın Condoleezza Rice 7 Ağustos 2003 tarihinde ‘The Washington Post’ gazetesinde verdiği bir demecinde ‘Transforming The Middle East’ başlıklı beyanatında, ‘300 milyon nüfuslu Orta Doğu İslam ülkelerinde 22 ülkenin sınırları değişecek’ demedi mi? Türkiye bu listenin içindeydi.
Senaryo gereği Israil, kimseye sormadan Lübnan’a, Amerika’nın isteği doğrultusunda girmedi mi? Birleşmiş Milletler yetkilileri olayı seyrederken, hayatları pahasına bu işgali sürdüren Israil, günlerce Beyrut’ta terör estirmedi mi?
Aynı oyun bundan yetmiş sene evvel Filistin’de oynananın aynısı. Senaryoyu yazanlar (PENTAGON) BEŞKENAR binadaki yüksek rütbeli subaylar olduğunu herkes bilmekte, fakat telaffuz edememekteler. Lübnan’ın Israil’e karşı vermediği savaşı kimlerin yönettiği de son derecede aşikârdı. Kendi ülkesi için ölen bir tane Lübnanlı olmaması da ilginç değil mi? Hatta İran dan gelen ve transit geçen bazı nakliye uçaklarını aramak için Amerika nın isteği doğrultusunda Türkiye’ye İNCİRLİK hava üssüne mecburi iniş yaptırılması ve aranması da düşündürücü değil mi ?
Bu kadar olumsuzluklar içinde çırpınan ülkemiz bir geçiş dönemi yaşamakta, sorarım: Amerika korumalı KANDİL dağındaki terör yuvaları haince evlatlarımızı şehit ederken, ülkemizin sınırlarını korumak öncelikle kimin görevi olmalıdır? Mecliste ülke adına yapılan yasalar konusunda karara evet diyen veya hayır diyen insanlar kendi nesillerinin geleceğini düşünüyorlar mı?
Birkaç konuyu anımsamakta yarar olduğunu görmekteyim. TEK adam rejimi konusunda ANAYASA değişikliği öncesinde büyük şehirlerde bombalar patlamaktaydı. Yüzlerce vatandaş bu patlamalarda hayatlarını kaybetti. Tıpkı Uğur Mumcu’nun aracının altına, 20 metre mesafede polis kulübesi olmasına rağmen, yerleştirilen bomba düzeneği misali, büyük şehirlerde patlamalar olmaktaydı. Meydanlarda ne söylemişti, bir parti başkanı: ‘Bu kardeşinizi seçin, bakın göreceksiniz bu anarşi sona erecek.’ Hatta daha ileri giderek ‘Bu kardeşinizi seçin enflasyonla nasıl mücadele ederek aşağıya çekeceğimizi görün,’ diye meydanlardaki saf yurdum insanını ikna etmedi mi?
Vatandaşları enflasyona ezdirmeyeceğim diyerek iktidara gelen zat, kendisi ezmeye başlamadı mı? Hatta ‘ONE MİNUTE‘ efeliği ile yurt içinde puan toplamayı hedeflerken, yurt dışında itibarımızı zedelemedi mi? Yakalanan bir papazın casusluk yaptığı gerekçesi ile hapse gönderdi. Karşılığında Fetullah Gülen’in iadesini isterim diye tutturmadı mı? Sonra ne oldu? Bir gece dosyası ile birlikte kendi elleri ile Rahip Andrew Brunson’u uçağa bindirmedi mi?
Bunu da unutmamak gerek. Aslen Suudi Arabistanlı olan Amerikan vatandaşı gazeteci Jamal Kaşıkçı, İstanbul’da, Sabancı kulelerinin hemen arkasında bulunan Suudi Arabistan Konsolosluk binasında Veliaht Prensin adamları hunharca katlederek öldürdüler. Cesedini de ortadan yok ettiler. Kanıtlar ve ses kayıtları bulunan bu cinayet dosyasını isteyen Suudi Arabistan’a, hesabını soracağını dile getiren iktidar Partisi Başkanı ‘Biz aptal mıyız’ diye itirazını yüksek perdeden ifade etti. Ancak kişilerin aptal olduğunu bilenler dosyayı Suudi Arabistan’a istedi. Elleri ile bu dosyayı vermeye Riyad’a gidilmedi mi?
Avrupa ‘da İsveç ve Finlandiya PKK, PYD gibi terör örgütlerini barındıran, hatta onlara her türlü desteği veren 2 ülke olduğunu bütün alem bilmekte. Ortaya çıkıp ‘Ben bu sandalyede oturduğum müddetçe bu ülkelere NATO üyeliği vizesi vermeyeceğiz,’ diye, yedi düvene ilan etmedi mi? Etti de sonra NATO zirvesinde masaya hangi kartlar kondu, bilmiyoruz. Biz neden geri adım atmak mecburiyetinde kaldık? İşte buda Jemal Kaşıkçı dosyasına döndüğünü düşünmekteyim.
Edirne Kırkpınar’da her sene yağlı güreşler yapılır. Bu sene 660’ıncısı yapılacak olan bu güreşler başlamadan evvel, halkı coşturması için kıspetli, peşrev çeken sahte pehlivanlar doldurur çayırı. Davul ve zurna eşliğinde peşrev çekerek gelirler çayıra, ama bunlar güreş tutmazlar. Bunlara yalancı pehlivan derler. Yaptıkları iş ortalıkta pehlivan gibi dolaşıp halkı coşturmak.
Lafta kalan pehlivanlık pek muteber bir işlev olmadığını düşünürüm, eğer iktidar olmak için birilerine söz verirsen, diyetini isterler diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.