Ahidnama
Yurt dışı seyahatlerimden önemli bir konu olmadıkca bahsetmeyi pek sevmem. Geçtiğimiz hafta birkaç günlüğüne Bosna Hersek yöresinde bir gezi yapmayı düşündüm. Eşim ve bir yakın dostum da bu seyahate katılmak istediler.
***
Niyetim Osmanlı tarihinde önemli bir yer işgal eden yörenin, öneminin nedenleri üzerinde araştırma yapmak ana gayemdi. Sarayevo’ya bu mevsimde kimsenin gitmediğini düşünerek aradığımı bulacağıma inanmıştım. Bir otelde yer ayırttım ve yola koyulduk.
***
Otel, Gazi Hüsrev Bey Cami ve Külliyesinin hemen yanında olduğunu görünce çok sevindim. Otele yerleşmemiz bir kaç dakikamızı aldı. Çılgınlar gibi bu cami ve külliyesi hakkında bilgi toplamaya başladım. Çevreye bakıyorum tarım yok , maden ve sanayi desen hak getire, neden Osmanlı’nın dikkati Saray Bosna’dan asırlar boyunca hiç eksilmemişti.
***
Otelde büyük bir harita gözüme ilişti. Haritanın başlığını okudum, çok iddialı bir cümle vardı. Cümleyi aynen yazıyorum: “Jeruselem of Europa Sarajevo/Avrupanın Kudüsü”. Bu şehire ilgim daha da arttı. Cami ve vakıf yöneticileri ile derin sohbetlere daldım. Gazi Hüsrev Bey, Beyazıt Hanın kızının, Boşnak beyinden 1480 de doğan oğlu olarak, tahminim odur ki, Istanbul’dan uzak bir sancak beyliğine gönderilmiş ve koruma altına alındığı, düşündüğüm ihtimallerden biriydi.
***
Gazi Hüsrev Bey’in Sarayevo’ya gelmesi bir piyango olsa gerek. Yöreye gelir gelmez Vakıf ve Bedesten kurup ticaret yapılmasını teşvik eden Gazi Husrev, bu ticaretten ortaya çıkan vergiyi halka yönelik hizmete dönüştürmesi, bugün bile şükranla anılmakta. Osmanlının çizgileri bugün bile hayranlıkla izlenmekte, halk arasında Osmanlı dönemi özlemle hatırlanmakta. Gazi Hüsrev döneminde yapılan bir çok bedesten ve çarşı bugünde, ilk günkü gibi canlı olması bir yana, bu kadar yapılan yatırım bu ülkeye neden planlanmış diye devamlı düşündüm.
***
Bir günlüğüne Mostar ve Dubrovnik kentlerini de gezme isteğim doğru bir karardı. Hava Muhalefetine aldırmadım, Dubrovnik şehrinin kale surlarını hayranlıkla izledim. Tarihin içinde inşaa edilen bu kale, ilk günkü gibi çok iyi korunabilmesine hayran kaldığımı ifade edebilirim. Kale içinde bulunan bir otelde bir gece geçirdik. Kale içinde bir lokantada yörenin deniz mahsullerinden kurulan sofraya hayran kaldım desem kanımca az söylemiş olurum.
Türk olarak gittiğimiz her bir mekanda, Türkiye’den geldiğimizi söylediğimiz anda inanılmaz bir itibar gördük. Türk olduğum için bir kere daha gurur duydum. Halk Osmanlı’nın bu yerlere getirdiği anlayış, görgü, örf ve dayanışma alışkanlıklarından çok mutlu olduklarını izlemek, inanılmaz haz verdi. Mostar şehrinde köprünün altından akan nehiri gördüğümde, suyun heybetli hareketinden korkmadım dersem yalan olur. Hava çok soğuk olduğundan köprüden para için atlayan kimse yoktu ama, Osmanlı bu köprüyü nasıl yapmış diye aklımı çok yordum. Çıkaramadım. Hangi vicdan böyle bir tarihi eseri ortadan kaldırmak ister, anlamakta güçlük çektim.
***
Hitler bile istila ettiği ülkelerdeki bu gibi sanat eserlerine dokunmamıştı. Kaldırıp götürebileceği eşyaları Berlin Müzesine götürmüş, fakat sabit tarihsel eserlere hiç dokunmamıştı. Sırplar ise, Osmanlı’dan kalan son tek iğnenin bile, eski Yugoslavya’da mevcudiyetine tahammül edemediler. Sarajevo ve diğer şehirlerde Sırplar’ın yaptığı soykırım konusunu işleyen bir sergide gezerken insan olduğumdan utandım. 8750 kişinin hayatlarını kaybettiği, fakat bu ülkeyi hayatları pahasına korumalarını hayranlıkla izledim.
***
Yaşanan savaşın izlerini hala binaların duvarlarında gürürken, bir vatanın kurtulması için genç ve ihtiyar nasıl hayatlarını ortaya koyduklarını, mezarlığı gezerken anladım. Bağımsızlık savaşının etkin lideri olan Ali İzzet Begoviç’in sade mezarında dua ederken çok duygulandım. ‘İşte’ dedim kendi kendime: “Bir sade insan, bu toplumla, hayatları pahasına savaşıp, ulus yaratarak, ülkeyi Avrupa’nın göbeğinde Avrupalı ülkelere rağmen, dimdik ve ayakta tutmayı başarmalarına derin saygı duyarım.”
***
Boşnaklar, Sırplar tarafından katledilirken Birleşmiş Milletler adına seyirci kalan Hollanda’lılar ve İnsan Hakları Beyannamesini imzalayan bütün ülkeler, bu insanlık dramını seyrederken kıllarını bile oynatmadıklarını hatırlarım.
Bundan yaklaşık 550 yıl önce 28 Mayıs 1463 senesinde Fatih Sultan Mehmet Han‘ın Ahadnamesi aklıma geldi. ***
“Murat Hanın Oğlu Mehmet Daimi Muzafferi Ebu’l-Feth Gazi Sultan Mehmet Rahmetullahı Aleyh ve Gufran Hazretlerinin Bosnalı Ruhbanlarına Verdikleri Ahidnamey-i Hümayün.
Ben Sultan Mehmet Han; Bütün İnsanlığa İlan Ediyorum ki Bu Ferman-ı Hümayunum Bosna Ruhbanlarına Fransiskenler Büyük Bir İnayetim Zuhura Gelip, Buyurdum ki Bosnalı Ruhbanlarına ve Kiliselerine Kimse Mani ve Zararlı olmasın, İstedikleri Gibi Memleketimde Hür ve Müreffeh Yaşasınlar ve Gezsinler ve Kiliselerine Yerleşsinler. Ne Hazretimden Ne Vezirlerimden ve Reayalarımdan ve Cümle Memleketim Halkından Kimseler Bu İnsanlara Dokunmayup Onları İncitmesinler.
Kendilerine ve Mallarına ve Canlarına ve Kiliselerine ve Dahi Yabancı Memleketlerden Gelen İnsanlarda Aynı Haklara Sahip Olalar.
Yemin Ediyorumki Yeri ve Göğü Yaratan Allah Hakkı İçün ve Peygamberimiz Hakkı İçin Yedi Müshaf Hakkı İçin ve Kuşandığım Kılıç Hakkı İçin Emrime Uyarak Bana İtaat Ettikleri Müddetçe Bu Fermana Muhalefet Edilmeyecektir.”
***
Bu Ahdnama, bundan 550 yıl evvel insan hakları beyannamesi olarak bu ülkede, yani Bosna Hersek’de, yani Memaliki Osmaniye’de yaşayan gayri müslüm halka verilen insanca yaşama hakkı fermanı. Buna karşın Avrupa’da bulunan Devletler, Bosna Hersekliler’in soykırıma uğramasına seyirci kalması, tarihi bir insanlık ayıbıdır diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.